TÜRKLÜĞÜMÜZÜ BU KADAR MI UNUTTUK?
Oktay Berber
Son yıllarda yaşadığımız bu coğrafya üzerinde toplum olarak bir değişim geçirdiğimiz muhakkak. Kimisi bunu globalleşme, kimisi de bir çeşit yozlaşma olarak adlandırmaktadır. Ancak görünen o ki, bu ne sadece bir globalleşme, ne de yozlaşmadır. Belki de bu iki kavramı içine alan bir bulkak dönemini yaşıyoruz.
“Globalleşen Türkiye” kavramına çok fazla rastlar olduk. Peki nedir bu globalleşme? Hepimizi çepeçevre saran bu sihirli sözcük neden ve nasıl bu kadar etkili oldu?
Çok değil bu sözcükle tanışmamız. 1990’larda her siyasetçi tarafından kullanılmaya başlanılan ve kısa sürede bir çeşit sihirli değnek gibi görmeye başladığımız bu kavram, artık hepimizin yaşamında yerini almış durumda. Kahvede, dost meclisinde, evde, işte, kısacası yaşadığımız her sosyal çevrede globalleşmeden söz etmeden geçemiyoruz. Gelişmeliyiz, dünyaya ayak uydurmalıyız diyoruz. Dünya ekonomik olarak yeni açılımların peşinden giderken, biz de bundan nasibimizi mutlaka elde etmeliyiz fikrini savunuyoruz. Sanırım esas sorun da burada. Biz bu gelişme fikrini biraz yanlış değerlendiriyoruz galiba. Gelişme denince aklımıza sadece sanayi yada ekonomi geliyor. Şurası bir gerçek ki, eğer gelişmeye ihtiyaç duyuluyorsa, mutlaka işin içinde sanayi, daha fazla üretim, daha fazla ihracat, daha çok milli gelir gibi pek çok şey olmalıdır. Ama gelişmek sadece ekonomik olarak bir şeyler elde etmek değildir. Bunu yaparken aynı zamanda bir milleti millet yapan değerleri de unutmamak gerekir.
Herkes konuşurken mangalda kül bırakmama durumunu muhafaza ediyor. Milliyetçilik denince, aniden sesinin tonunu yükseltiyor, göğsünü kabartıyor. Ama iş uygulamaya gelince, bir de bakıyorsunuz, az önce mangalda kül bırakmayan kişi birden yok oluvermiş. Yerine işte o sihirli sözcüğün, globalleşmenin, içimize kolayca yerleştirdiği model insan gelivermiş.
Bugün Türkiye ciddi ayrımların ülkesi oldu. Kimine göre ise bu farklılaşma birden ortaya çıktı. Şimdi böyle düşünenlere bir önerim var. Hani o değinmeden geçemediğiniz, konuşmalarınızın olmazsa olmaz sözcüğü var ya, işte ondan söz edilmeye başlanan zamandan itibaren bir düşünün bakalım; bu gelişme diye övüp de bitiremediğiniz dönem ne getirmiş, ne götürmüş? Ben getirdiklerini bir kenara bırakıyorum. Niye mi? İçim acıyor da ondan. Toplum bir yandan sözüm ona bir “globalleşme” yaşarken, bir yandan da benliğini kaybediyor. Tarihini unutuyor. Bu kültürün en önemli unsuru olan dilini unutuyor. Arkadaşıyla vedalaşırken “bye bye” demeyi ihmal etmez hale geliyor. Akrabalara karşılık gelen enişte, bacanak gibi pek çok adlandırmanın ne kadar saçma olduğunu düşünüyor. Peki ya bizleri yöneten siyasilerimiz. Acaba onlar çok mu farklılar? Bu noktada yine bize ait olan bir vecizeye değinmeden geçemeyeceğim. “Balık baştan kokar.” Pek çoğunun yıllar yılı uyguladığı politika Avrupa veya Amerika eksenli kaldı. Peki ya bizimle yıllarca aynı toprakları paylaşanlar...? Hani o sihirli sözcük var ya, globalleşme, onun getirmiş olduğu bir düzenle birbirimizden ayrı düştüğümüz insanlar, devletler… Onlarla ilgili bir tane eli ayağı düzgün politika geliştirmek yok mu? Yıllardan beri sırf birileri uygun görüyor diye, Avrupa Birliği sevdasından vazgeçemedik. Bu uğurda kendi canımızdan, kanımızdan olan, topladığınızda koca bir güç olabilecek o insanları, devletleri bir araya getirmekten hala ve maalesef uzağız. Üstelik böyle bir oluşuma onlar sonuna kadar “EVET” derken. Şimdi diyecekler ki, madem onlar bu kadar istekli, niçin girişim yapmıyorlar? Hemen söylemeliyim ki, eğer bir güç birlikteliği olacaksa, tek taraflı bu işler yürümez. Ayrıca liderlik vasfı herkesin sahip olacağı bir olgu değildir. Bu konuda da eğer bir liderlik vazifesi varsa, bunu da yapabilecek olan yegane taraf Türkiye’den başkası değildir. Hepimiz bugün bize Türkiye diye bir devleti bırakan, bu uğurda canını dişine takan, ölmekte bir an bile tereddüt etmeyen başta Mustafa Kemal ****** ve arkadaşları olmak üzere, nice savaşlarda ölen ecdadımıza sadece kuru bir teşekkür ediyoruz. Acaba bu noktada yapmamız gereken sade bir teşekkürü esirgememek mi, yoksa onların başlattığı bu milli sevdayı geliştirmek, tüm aşamalarıyla topyekün hayata geçirmek mi? Hala ******’ün “Ne mutlu Türküm diyene” sözünden bir şey anlamış değiliz. Bunca yıldır bu sözü anlamamakta ısrar edenler, ******’ün bu sözü söylerken çekilen görüntülerine, O’nun gözlerinin içine baksınlar! Çünkü cevap, O’nun milletine yeni ufuklar açtığı konuşmasında son derece sarihtir.
Bir de bazıları sanki bazı şeyleri düzeltmek yada engellemek mümkün değilmiş gibi “tarih tekerrürden ibarettir” derler. Evet, doğru. Ama buna müsaade etmezseniz böyle bir şeyin olması söz konusu değildir. Onun için şöyle dönüp, bir geriye bakmak gerekir. Kendini unutarak, sırf gelişebilmek, pek çok şey elde etmek adına geçmişi unutarak hareket edenler, hem devlet olarak, hem millet olarak şimdi ne haldeler. Daha 70’lere kadar Avrupa’yı savunan, Kıbrıs konusunda her fırsatta Türkiye’nin karşısında yer alan Filistin, bugün imdat diye bağırıyor. Hem de bir zamanlar çıkar uğruna sırt çevirdiği bu ülkeden medet umarak. Şimdi, yine bazıları diyecek ki, efendim onlar bize ne zaman sırt çevirdiler, karşımızda oldular? İşte bunu diyenler balık hafızalı olduklarından dolayı bu milletin şanlı tarihini sade bir tekerrüre bağlamak gafletine düşmektedirler. Daha geriye giderek bakarsak, o zamanlar başka milletlerin sözüne kanıp, Osmanlı Devleti’ne yönelik türlü oyunlara girişen hangi Arap yatağında rahat ölmüş? Bugün o coğrafyada hangi devlet çok iyi durumda? Şimdi biz de gelişiyoruz. Dilimizi, milletimizi, bayrağımızı unutarak gelişiyoruz. Kendi evlatlarımızı kendi kültürümüzden uzaklaştırarak yetiştiriyoruz. Bakın Şeyh Edebali Osman Gazi’ye o asırlara bedel Türk devletlerinden biri kurulurken ne demiş: “Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini de unutmayasın.”
Tüm bunları düşününce insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: “Türklüğümüzü bu kadar mı unuttuk?”